Günümüze Ohrid Gölü manzaralı kahvaltıyla başladık. Ardından göl çevresindeki şehirleri gezmek için yola çıktık. Bu göl oldukça geniş. Çevresinde 3 tane şehir var: Ohri, Struga ve Arnavutluk’ta bulunan bir şehir daha. Bizse turumuza önce St. Naum Manastırı’na göl kenarından iki tarafımızda ağaçlar ile yolculuk yaparak başladık. Burası yaklaşık 10 asırlık bir kilise. Denize -yani göle- sıfır. Manzarası harika. Ayrıca gölün kaynaklarından birine çok yakın. Kara Drim Nehri deniyormuş. (Bize sandal süren adam Black Dream dedi ama Türkçe’de genel olarak Kara Drim diye kullanıldığını gördüm. Kara Hayal veya Rüya da denebilir aslında ama kulağa hoş gelmiyor.) Neden böyle dendiğini anlamadık çünkü yeşilin her tonunu barındıran muhteşem ötesi bir nehir. Cennetten bir parça denebilecek kadar güzel. Suyu çok berrak tüm bitkileri, yıkılmış ağaçları, alttaki kumu hatta kumdan fışkıran suyu bile görebiliyorsunuz. Giderseniz kesinlikle sandal turu yapın, kaçırılmaz bir güzellik. Kişi başı 5€, biz iki kişi olduğumuz için bana çok pahalı gelmedi sanırım ama muhtemelen 4 kişi olsak yok artık bu ne derdik. (Siz yine de deneyin, asla pişman olmazsınız.) Sandal turumuzun ardından nehir kenarındaki bir kafede bir şeyler içip tekrardan yola koyulduk. Bu arada Balkanlarda akan su bulduysanız içebilirsiniz diyorlar; genelde şişeniz varsa suya para vermek zorunda kalmıyorsunuz. Konya’daki kadar olmasa da çoğu yerde tatlı su çeşmesi var.
Uzun bir yolculuğun ardından UNESCO Kültürel Miras Listesi’nde bulunan Ohri şehrine geldik. Burada şehirleri bizim ilçeler gibi düşünebilirsiniz, tek bir ülke bile Konya’dan küçük olabiliyor hepimizin bildiği üzere. Mesafeler çok uzun değil. Ohri eskiden balıkçı köyüymüş. 365 tane kilise var içinde. Zaten burada biri çıkıp ben rüyamda şurayı gördüm derse direkt izin veriyorlarmış kilise yapılmasına. Makedonya’nın Safranbolu’su diyebiliriz. Şu an parmakla sayılacak kadar az Türk yaşasa da eskiden burada Türkler bulunuyormuş. “Elveda Rumeli”nin çekildiği ev, meydan vs. de var Ohri’de. Kiril alfabesi de burada ortaya çıkmış. Hristiyanlar o dönem kullanılan alfabenin ağırlığından dolayı İncil’i çeviremedikleri için daha sade bir alfabe icat etmişler. Alfabeyi icat edenlerden Aziz Kiril ve sanırım kardeşinin heykeli var meydanda. Şehirde bulunan kaleye doğru çıkarken bir dönem cami olarak kullanılmış ama sonra tekrardan kiliseye çevrilmiş olan Aya Sofya Kilisesi’yle ve bir antik tiyatroyla da karşılaşıyorsunuz.
Ohri’nin incileri meşhur. Konyalı bir abimizin annesi geçen sene buradan inci almış, döndüğünde “Sen bunu nereden buldun!” gibi tepkilerle karşılaşmış. Çok az kişinin bildiği bir tekniği varmış. Sadece belirli aileler orijinal inciyi işliyor, ve bu sanatı ailenin erkek çocuklarına miras olarak bırakıyorlar. Bu dükkanların olduğu sokağa İnciciler Sokağı deniyor. Orada 15. yüzyılda yapılmış Ali Paşa Camisi var. Bu caminin minaresi 2-3 sene önce yapılmış, zaten burada Müslümanlara ait olan çoğu yer yakın bir zamana kadar bakımsızmış. Buraları sizin, Türklerin, gelmeniz yaşatıyor dedi rehberimiz. O yüzden döndüğünüzde eşinize dostunuza söyleyin buraları sahipsiz bırakmasınlar dedi.
İnciciler sokağından devam edince tarihi çınarın olduğu meydana ulaşıyorsunuz. Sola döndüğünüzde ve biraz yürüdüğünüzde sağ tarafta Halveti Dergahı’nı görüyorsunuz. İçinde cami ve türbe var, daha büyük bir alanmış ama sonradan evler yapılmış oraya. Sokağa çıktığınız zaman her yerde Adana, Antep, Turkish gibi isimler görmeye başlıyorsunuz. Hatta bu Türk sokağına girmeden hemen önceki dükkanın tabelası tamamen Türkçe yazılmış (fotoğrafını ekledim). Biz de biraz ilerideki İstanbul Çaycısı’na gittik. [Çay 1€, 38 lira. İstanbul’da 55 ₺’ye içmişliğim var. Yurt dışında çay bulmak çölde su bulmak gibi bir şeydir, oradan hesap edin.] Ohri’den sonra Struga’ya geçtik. Şairler şehri diye biliniyor, şiir yarışmaları falan yapılıyormuş. Hatta geçen hafta; ağustosun son haftası, şiir festivali gibi bir şey varmış. Şairlerin en büyük hayali Şairler Köprüsü’nden şiirlerini okumakmış. Şairler Parkı’nı ve köprüyü görmeden önce Hasan Baba Tekkesi’ne gittik. Burası 18. yüzyılda yapılmış, hâlâ aktif olarak kullanılıyor. 7/24 açık olması diğerlerinden farklı bir özelliği. Ayrıca pandemide bile toplu namazlara zikirlere devam edilmiş. Sohbet odasında dünyada sadece 3 tane bulunan bir tablo var. Diğer ikisinden biri Konya’daymış (bugün Konya’dan biraz fazla bahsetmiş olabilirim). Bu tablo tarikatleri ve her tarikata mensup olan kişilerin giydikleri sarıkları gösteriyor.
Burada dağların yüksekliği çok fazla olduğu için güneş çok erken kayboluyor. Alacakaranlık da pek göremiyorsunuz. Biz de tekkenin ardından dere kenarına geçtik ve köprüyü görmek için yürürken dağların ardından güneşi batırdık. Ardından otelimize döndük.