#ecdadınizinde sloganıyla başladık seyahatimize. Bu sene Balkan turuna gidecek olan, gittiğini gördüğüm bir sürü tanıdığım oldu. Hatta Fas’tan dönerken annem “Bak mesela Fas’a bi daha gelmem ama Bosna’ya tekrar gidebilirim.” demişti, dua saatine denk gelmiş sanırım. Bu sefer uçağımız sabah 7’de olduğu için İstanbul’da kalalım gezelim gibi bir durumumuz olamadı çünkü tüm şehirler üst üste geldi, ve zaten İstanbul’a son bir yıl içinde üç kere geldiğimiz için erken gelmemize değecek pek bir şey yoktu açıkçası. Velhasıl, İstanbul Havalimanı’ndan (IST) Makedonya’nın Üsküp Havalimanı’na (SKP) 1 saat 20 dakikalık uçuşumuzu gerçekleştirdikten sonra Kalkandelen’e (Tetovo) gitmek için yola çıktık. Şimdiden söyleyeyim; benim tarih (b)ilgim sıfır olduğu için çok fazla tarihi bilgi veremeyeceğim, tarihseverler bu yazıya kendini ona göre hazırlasın.
Kalkandelen’de ilk olarak Alaca Camii’ne gittik. Burası iki kız kardeşin çeyiz paralarıyla temelini attırdığı bir cami. İlk olarak 1400’lü yıllarda temeli atılmış, 1800’lü yıllarda şimdiki hâlini almış. Tarih hocamızın kızı bu caminin hayatında gördüğü en güzel cami olduğunu yazmıştı. Söylediği kadar varmış gerçekten, benzerini ne gördüm ne de duydum. Dışı ayrı içi ayrı ; kalem çizimleriyle, işlemeleriyle her parçası birbirinden güzel bir cami.
Alaca Camii’ni gördükten sonra araçla 3 dakika bile sürmeyen bir yol gittik ve Arabati Baba Tekkesine ulaştık. Yeşilliklerin arasında olan, bizi evimizde hissettiren mimari yapılar gördük. -Biraz da tarih dinledik ama oraları ben anlatamam- Orada bi amca bana “Türkiyeden mi geldiniz kızım” dedi, ben de evet dedim. Burada birçok Türkçe bilen, Türkçe’yi yaşatan insan var. Tekkenin kapısında Türk bayrağı asılıydı, o da beni çok etkiledi (canım ülkem).
Manastır (Bitola) için yola çıktıktan sonra yol kenarındaki bir petrol yanı dükkanında buranın meşhur olan pişisini yedik. Türkiye’dekilere göre biraz daha büyük, tabak boyutunda diyebiliriz. Çayı köpük bardakta verdiler ve bu beni kimyasal açıdan oldukça rahatsız etti. Ama Balkanlarda siyah çay bulmak zor olduğu için yine de önümüze gelmişken içtik. Bu arada o dükkandaki çalışanlar da Türkçe anlıyordu. Makedonya’da öğle namazı saati sabitmiş, vakit ne zaman girerse girsin her yerde saat 13’te kılınıyormuş. Biz de öğle namazı için yol üstündeki bir camiye durduk. Bölgenin coğrafi özellikleri tüm heybetiyle ve enteresanlığıyla bize kendini gösteriyor. Önce Karadeniz iklimini andırıyor ama sürekli yağmurlu haliyle değil de daha çok dağlarda veya etrafınızda gördüğünüz orta kuşak karışık orman bitki örtüsü ile. Ayrıca dağlar da bizim oralardakilere göre bir hayli yüksek. Manastır’a varışımızın ardından ilk olarak hepimizin inkılap derslerinden aşina olduğu Manastır Askeri İdadisi’ni gördük. Sonrasında Şirok Sokağı’nı gezdik. Osmanlı zamanında yapılan askeri bina, telgraf hatlarının bulunduğu ev (şu an kafe olarak kullanılıyor), Türk Konsolosluğu, önünde “Manastır’ın ortasında var bir çeşme…” diye devam eden şarkıdaki çeşme bulunan Yeni Cami, İshak Çelebi Camisi gibi yerleri gördük. İkindi vaktine yakın orada imamını Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlendirdiği bir camiye girdik. Kocaman Türk bayrağı asılıydı (duygulandım). Manastır’ın nüfusunun çok küçük bir kısmı Müslüman. Rehberimiz caminin imamını arayıp 43 kişi olduğumuzu söylediğinde hocanın nasıl heyecanlandığını biz bile hissettik. Gezimizin başından beri fark ettiğim şey buraların hâlâ bizim olduğu, hâlâ bize ihtiyacı olduğu. Eğer imkanınız varsa yurt dışı gezilerinizde Balkanlara öncelik vermenizi tavsiye ederim. Buradaki camilerde fark ettiğim detay bir bilgi, camilerde üst kata çıkılan merdivenlere zor sığılıyor. Türkiye’deki gibi geniş değil basamaklar. Ve daha kat çıkmalı gibi değil de sonradan eklemeli küçük bölümler ayırılmış bayanlar için. Ohrid’e doğru uzun bir yolculuğa çıktık. Etraftaki yeşillik, bulutlar, güneşin yavaş yavaş batmaya başlaması harikaydı her zamanki gibi. Subhanallah. Ohrid gölünün meşhur olan balığını yemek için bir restorana durduk. Yemekten sonra da 18 saatlik yorgunluğumuzla otelimize geçtik.